25 Haziran 2016 Cumartesi

Yapılmış En İyi Türk Filmi: Susuz Yaz

Yapım Hikayesi

Susuz Yaz Necati Cumalı'nın 1962'de yazdığı hikayenin ismidir. Bu hikaye yine aynı ad ile 1963 yılında Metin Erksan tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Filmin başrollerini Erol Taş, Hülya Koçyiğit ve Ulvi Doğan paylaşmıştır. Susuz Yaz film çekilirken henüz 16 yaşında olan Hülya Koçyiğit'in ilk ve filmin yapımcılığını da üstlenen Ulvi Doğan'ın ilk ve son filmidir. Ayrıca Erol Taş'ın da figüranlık dışında başrol oyunculuğu yaptığı ilk film olması özelliğini de taşır.

1963 yılında yapımı tamamlanan film Türkiye' de sansür engeline takıldığından yayımlanamaz ve rafa kaldırılır. Daha sonra filmin başrol oyuncularından ve yapımcılarından olan Ulvi Doğan, filmi arabasının bagajında Avrupa'ya kaçırır. Filmin afişinde yönetmen kısmında adı yazan Metin Erksan yerine, bir başkasının ismini yazarak Berlin Film Festivali'nde filmi yarışmaya sokar. Ulvi Doğan ve Metin Erksan arasındaki sürtüşmenin temelleri de burada atılır. Susuz Yaz Berlin'de büyük ödül olan Altın Ayı ödülünü alır. Söylenenlere göre jüri, daha film bitmeden ödülü vereceğini kesinleştirmiştir bile. Ödül sonrası  ise Avrupa'da sükse yapan filme devlet tarafından itibarı geri verilir.

Filmin restore edilmiş versiyonu 2008 yılında 61. Cannes Film Festivali'nde klasik filmler bölümünde gösterime girdi. Ayrıca Susuz Yaz aldığı 22.582 oyla, yapılmış en iyi Türk filmi seçilmiştir.

Konusu ve Eleştirisi

Osman ve Hasan iki kardeştir. Osman'ın eşi yeni ölmüş, Hasan ise sevdiği kız olan Bahar'ı kaçırarak yeni evlenmiştir. Sıcak yaz günlerinin etkisiyle oluşan kuraklık sonrası, Osman tarlalarından çıkan suyu diğer köylüler ile paylaşmak istemez. Hasan bu duruma pek razı olmamasına karşın ağabeyi Osman'ın sözünü çiğnemek istemez ve kabul etmek zorunda kalır. Köylüler bu duruma karşı sert tepkiler verir. Bu sert tepkiler ilk olarak kendini şiddet olarak daha sonra da mahkemeye şikayet etme şeklinde gösterir. Bu sırada Osman kardeşi Hasan'ın eşi Bahar'a karşı cinsel duygular besliyordur, böylece hikaye şekillenir. Su sebebiyle çıkan bir kavga sonrası Osman ve Hasan su kaynağı etrafında nöbet tutmaya başlar. Nöbet sırasında su kaynağının yönünü değiştirmek isteye köylüler gizlice gelirler. Bu sırada suyu korumaya çalışan Osman ve Hasan ateş eder ve köylülerden birini vururlar. Osman Hasan'ın genç olduğunu bu yüzden az ceza yiyeceğini, eğer Hasan içeri girerse, mallarına ve Bahar'a sahip çıkacağını söyleyerek kandırır ve suçu üstlenmesini sağlar.. Hasan'ın suçu üstlenerek hapse girmesi ile beraber Osman verdiği sözlerde durmadığı gibi Bahar'ı da taciz etmeye başlar. Bir gazete haberinde Hasan'ın niteliklerine benzeyen birinin öldüğü haberini alır ve gerçek dışı olan bu habere başta Bahar olmak üzere, herkesi inandırır. Hasan'ın ölümüne Bahar'ı inandırması ile birlikte Bahar'ı baştan çıkarması gecikmez. Af sonucu hapisten çıkan Hasan, başta Osman'ı öldürmeyi planlamasa da duydukları karşında kendine hakim olamaz ve Osman'ı öldürerek suyu tekrar köylülerinde kullanımına açar.

Susuz Yaz, iktidar kavramını mülkiyet ve cinsellik üzerinden işler, su ve kadın üzerinden kavramları üzerinden metaforlaştırır. Osman kendi arazisi içinden çıkan suyu da kendi mülkiyetine almak istemiştir. Metin Erksan'a göre bu olay gerçek hayatta da yaşanan mülkiyet sorununa ışık tutmuştur. Film 1964 yılında yayımlanır. 1969 yılında hükumet tarafından ''Kimin mülkünden kaynak çıkıyorsa o kamunundur, ancak ilk kullanım hakkı mülkiyet sahibinindir'' dendi. Erksan'a göre bu kanunda onun ve Susuz Yaz'ın etkisi büyüktür.


Bu mülkiyet düşkünlüğü Osman'a Hasan'ı öldürme hırsı sağlamıştır. Filmde bu açgözlü bakış açısına eleştiri de getirilir. Filme Altın Ayı ödülüne veren jüri buna sebep olarak ''dünyanın en kadim konularından birini iktidar mücadelesini, Habil-Kabil hikayesini çok çarpıcı ve modern bir şekilde ifade etmesi'' olarak göstermiştir.

Diğer bir mücadele Osman'ın libidosu yüzünden, Bahar'ın mülkiyeti üzerinden gerçekleşir. Hasan'ın hapse girmesini fırsat bilerek Bahar'ı önce taciz etmeye başlar. Öncesinde
 köpek sahnesi ve tavuğun kesilmesi sırasında Bahar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmıştır. Bahar'ı baştan çıkardıktan sonra ayaklarını yıkatması ve kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını söylemesi onun iktidarının ilanı olmuştur.

Filmin son sahnesinde Hasan hapisten çıkar ve Osman'ın karşısına dikilir. Osman, kendini kurtarmak ve yerini korumak için Bahar'ı da vurmaktan çekinmez, ancak Hasan karşısında mağlup olarak iktidarda ki yerini kaybetmiş olur. Böylece mülkiyetine aldığı suyu ve kadını da kaybetmiş olur.

Kaynak: Godfather Dergi



22 Haziran 2016 Çarşamba

Osmanlı'da İlk Şehzade Katli: Savcı Bey İsyanı


Osmanlı'da ilk şehzade katli; Savcı Bey'in Bizans veliahtlarından Andronikos ile anlaşarak, babası I. Murat'ın saltanatına karşı isyan etmesi sonucu tezahür etmiştir.

Bizans İmparatoru V. Yuannis Rum ve Latin kiliselerini birleştirilmesine dair görüşmek için Papa ile buluşmak üzere Avrupa'ya gider. Yerine büyük oğlu Andronikos'u vekil olarak bırakır. Daha sonra 1373'de ikinci oğlu Manuel'i imparator sıfatı ile ortak etmiştir. Böylece Avrupa'ya Papa ile görüşmeye giderken yerine tahtı bıraktığı oğlu Andronikos'un hakkını çiğnemiş olur. Bunun sebebi ise, seyahat sırasında V. Yuannis'in Venedikliler tarafından alıkonması sırasında Andronikos'un babasını kurtarmak için gereken parayı göndermemesidir.

Andronikos babasının Sultan I. Murad ile beraber bazı asi beyleri bastırmak amacıyla Anadolu' da bulunduğu ve kendisinin de tahta vekillik ettiği zamanı fırsat bilerek saltanatı elde etmek ister. Bu doğrultuda o sırada Edirne'de bulunan Savcı Bey ile görüşüp anlaşarak babalarına isyan etme hususunda mutabakata varırlar. 

Bu durumdan haberdar olan I. Murad hemen harekete geçer ve bu iki asi ile İstanbul yakınlarında çarpışır. Çarpışma sonucunda kuvvetleri dağılan Savcı ve Andronikos Dimetoka' ya kaçarlar. Ancak burada yakalanırlar. (1385) Murad, Savcı'nın önce gözlerine mil çektirir daha sonra da öldürür. Andronikos'u da gözlerine mil çekilmek sureti ile babası Yuannis'e teslim eder.

Bu olay Osmanlı'da ilk şehzade katli olarak kayıta geçer. İlk olması hasebiyle daha sonraki dönemlerde gerçekleşen isyanlara ve isyan neticesinde uygulanan kanunlara da ışık tutar.





21 Haziran 2016 Salı

Polonezköy Örneği Üzerinden Türk-Polak İlişkileri


Polonezköy 1830 Ayaklanması sırasında hükümet başkanı, daha sonra da Polanyalı sürgünlerin siyasi lideri olan prens Adam Czartorski tarafından 1842 yılında kuruldu.

Olayın arka planını anlamak için 1830 olaylarını da bilmek gerekir. 1830 yılı Fransa'da Temmuz devriminin gerçekleştirildiği yıldır. 18. Louıs'in ölümünden sonra başa X. Charles geçiyor. (1824) Başa geçen Charles başbakanlık koltuğuna Polinac'ı getiriyor. Kendisinin seçilmesine karşı protesto gösterisi içinde bulunan meclisi 25 Temmuz'da fesh eder ve Fransa'da ki seçmen sayısını 100' den 25'e düşürür.Bunun karar üzerine 28 Temmuz'da Polinac'ın kararlarına karşı öğrenciler ve işçiler, belediye binasını ele geçirir ,vee 30 Temmuz'da X. Charles'in yerine Louis Felipe'i getirerek Temmuz ihtilalini gerçekleştirmiş olurlar.

Bu yıllarda Polonya Rus İmparatorluğu'na bağlıdır. Rus İmparatoru I. Nikolay Fransa'da çıkan bu isyanı Polonya ordusu ile bastıracağını söyler. Bunun üzerine 1830'un Kasım ayında Piotr Wysocki yönetiminde Polonyalı piyade okulu öğrencileri ile birlikte gizli bir dernek kurar ve Varşova'da ayaklanırlar. Ayaklanma sonrasında I. Nikolay Polonya tahtının düştüğünü ve Adam Czartozki başkanlığında ulusal bir hükümet kurulduğunu ilan ediyor. Daha sonra Rus baskılarına karşı koyamayan ve liderlerine olan inançlarını yitiren Poloklar tekrar Ruslara bağlanmak zorunda kalırlar.

1830 ayaklanması sonrasında devlet başkanı olan daha sonrada sürgünlerin siyasi lideri haline gelen Adam Czartroyski önderliğinde siyasi bir göç hareketi başlıyor. Bu göç hareketinin merkezi Paris'tir. İkinci bir siyasi merkezini de Osmanlı topraklarında kurmak istiyorlar. Adam temsilci sıfatıyla 1833 yılında Namık Paşa ile görüşüyor. Abdülaziz döneminde (1839) imzalanan Tanzimat Fermanı ile Polonyalı göçmenler için de göç için uygun alt-yapı olmuştur. Paris'te kurulan siyasi göçmen birliğine bağlı olarak İstanbul'da bir doğu ajansı açılmış ve başına Michal Cazjkowski getiriliyor. Saint Benoit Fransız Lisesi' ni yöneten Lazaryen rahipleri ile görüşerek sahip oldukları toprakların kiralanması durumunu gündeme getiriyor. 1842 yılında Prens Adam süresiz olarak toprakları kiralıyor. Köye dini törenle Adampol yani Adam'ın köyü deniliyor. 1842 yılı kayıtlarına göre köyün nüfusu 12'dir. Daha sonra 1848 Polonya Ayaklanması 1853 Kırım Savaşı'na katılan askerin katılması, Sibirya sürgününden kaçanlar ve Çerkes esaretinden kaçanlar Adampol köyüne yerleşiyor ve nüfus artıyor. 1850 yılında Adam İslamiyeti kabul ediyor ve Mehmet Sadık Paşa ismini alıyor. Köyün başlarda gelir kaynağı tarım, hayvancılık ve ormancılıktır. 1838'de buradaki Polonyalılar T.C. vatandaşı kabul ediliyorlar. 1968'de de işledikleri toprakların tapu hakkını kazanıyorlar. 

Polonezköy ulaşım imkanlarıyla, coğrafi konumuyla ve güzel manzarasıyla tatil köyüne dönüşüyor. Köye pansiyon ve lokanta da açılıyor.

Polonezköy'e gelen ünlüler arasında Gustave Flaubert ve 1937 yılında ilk cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk de bulunuyor. 1961 yılında Jan 23 adıyla Papa, 1961 yılında Polonya dışişleri bakanı Adam Rapacki de geliyor. Ayrıca dünyaca ünlü soprano Leyla Gencer'de burada doğmuştur.

Günümüzde Polonezköy'de yaklaşık olarak 1000 kişi yaşamaktadır. Bunların sadece 40 tanesi düzgün Lehçe konuşabilmektedir. Her yıl burada Polonezköy festivali de yapılır. Bu festivalde Polonzköy'ün Polonya ile olan bağlantısı belli edilir.



14 Mart 2014 Cuma

Virginia İnsan Haklari Bildirisi

1776 yılının başında Kuzey Amerika' da ki İngiliz kolonileri ayaklandılar. Talep ve şikayetlerini İngilizlere aktarmak için bir araya toplandılar ve bildiri hazırladılar. Bu bildirilerden en ünlüsü ve anayasaya da dahil edilen, Virginia İnsan Hakları Bildirsi' dir. İşte o bildirinin içeriği ;

Virginia İnsan Hakları Bildirisi (1776)

Bu bildiri, Virginia’nın iyi halkının eksiksiz ve özgürce toplanan temsilcileri tarafından ilan edilen bir haklar bildirisidir ve bu haklar, hem onlar hem de onların gelecek nesilleri için yönetimlerinin temeli ve hukuki dayanağı olacaktır.

1. Tüm insanlar eşit derecede özgür ve bağımsız doğarlar. Bir toplum içine girdiklerinde hiçbir anlaşmayla yoksun bırakılamayacakları ve gelecek nesillerinin ellerinden alınamayacak mülk edinme ve mülke sahip olma, mutluluk ve güvenlik arama ve kazanma olanağı sayesinde edindikleri yaşam ve bağımsızlık hakkı gibi doğuştan gelen belli bazı hakları vardır.13

2. Tüm güç halkta toplanır ve sonunda halktan gelir; sulh hâkimleri gibi kişiler halkın vekilleridir ve her zaman halka karşı sorumludurlar.

3. Yönetim; halkın, ulusun ya da kamuoyunun ortak yararı, savunması ve güvenliği için kurulmuştur veya kurulmalıdır; çeşitli yönetim biçimleri ve yönetim şekilleri içinde en iyisi, en fazla mutluluğu ve güvenliği sağlayabilen ve kötü yönetime karşı en etkin önlemleri alabilen yönetimdir; herhangi bir yönetim bu amaçlar için yetersiz bulunduğunda veya bu amaçlarla çeliştiğinde toplumun çoğunluğu, kamu refahına en uygun olduğu hükmü verilen bir biçimde, bu yönetimde reform yapmak, yapısını değiştirmek ya da yönetimi ilga etmek hakkına sahiptir ve bu hak vazgeçilmez, devredilemez ve iptal edilemez bir haktır.

4. Devredilemeyecekleri gibi, sulh hâkimliği, yasamacılık ve yargıçlık makamlarında babadan oğla geçmemesi gereken, kamu hizmetleri dışındaki durumlarda, hiçbir kişi ve kişiler topluluğu toplumdan özel veya ayrı kazanç ya da imtiyaz elde etme hakkına sahip değildir.

5. Devletin yasama ve yürütme güçleri birbirlerinden ve yargılama gücünden ayrı olmalıdır; bu ilk iki gücün üyelerinin baskı kurmaları engellenmelidir ve halkın yükünü hissederek ve paylaşarak belli aralıklarla başlangıçta alındıkları özel yaşamlarına geri dönmelidirler; kadrolardaki açıklar yasaların hükümlerine uygun şekilde eski üyelerin hepsinin veya bir kısmının uygun olacağı veya olmayacağı, sık aralıklarla yapılan belirli ve düzenli seçimlerle doldurulmalıdır.

6. Meclislerde halkın temsilcisi olarak hizmet verecek üyelerin seçimi serbest olmalıdır; topluma bağlılık ve sürekli genel ilgi beslediğine dair yeterli delili alan herkesin oy hakkı vardır; kamu yararı için,14 kendinin ya da seçtiği temsilcilerin rızası olmadan kişiden vergi alınamaz, mülkünden yoksun bırakılamaz; aynı şekilde, kamu yararını göz önünde bulundurarak bağlı olmadığı yasalara bağlanamaz.

7. Halkın temsilcilerinin onayı olmadan yasaları veya yasaların yürütülmesini askıya alma gücü kişilerin haklarını aşağılayıcıdır ve uygulanmamalıdır.

8. Tüm ciddi yolsuzluk durumlarında ve cezai hallerde, kişi kendisine yapılan suçlamanın gerekçesini ve niteliğini sorma, suçlamayı yapanlarla ve tanıklarla yüzleşme, kendi lehine olan delilleri isteme, kendi çevresinden seçilmiş olanlar oybirliğiyle karar vermedikçe suçlu sayılmayacaktır ve, tarafsız bir jüri önünde, hızla yargılanmayı talep etme hakkına sahiptir; kişi kendi aleyhine delil göstermeye zorlanamaz. Ülkenin bu konuda bir yasası ya da kendisine eşit kişilerin bir kararı olmadıkça kimsenin özgürlüğü elinden alınamaz.

9. Aşırı kefalet gerekli olmamalıdır; yüksek para cezaları verilmemelidir; acımasız ve alışılmışın dışında cezalar uygulanamaz.

10. Bir görevliye veya elçiye, işlenen suç hakkında delil olmadan kuşkulu yerleri araması için ya da ismi verilmemiş, suçu açıkça anlatılıp delillerle desteklenmemiş suçlara sahip kişi ya da kişileri yakalaması için verilen genel yetkiler yanlış ve baskıcıdır; bu tür yetkilerin verilmemesi gerekir.

11. Mülkiyetle ilgili çatışmalarda ya da kişiler arasındaki özel davalarda eskiden de kullanılan jüriyle yargılama diğer yargılama yöntemlerine göre daha tercih edilmelidir ve bu yönteme saygı duyulmalıdır.

12. Özgürlüğün en güçlü kalelerinden birisi de basın özgürlüğüdür; despotik yönetimler dışında hiçbir şey tarafından sınırlandırılamaz.

13. Silah eğitimi almış kişilerden kurulu düzenli bir milis gücü özgür bir devletin en uygun, en doğal ve en emin güvenlik aracıdır; barış zamanında daimi ordular bulundurmak ülkenin özgürlüğü için tehlikeli görülerek kaçınılmalıdır; ordu her durumda, sivil gücün emri altında bulunmalı ve sivil güç tarafından yönetilmelidir.

14. Halkın tek bir yönetim kurmaya hakkı vardır, bu nedenle, bu sınırlar içinde Virginia yönetiminden ayrı veya bağımsız bir yönetim kurulmamalıdır veya oluşturulmamalıdır.

15. Ancak adalete, ılımlılığa, tutumluluğa ve erdeme sıkı sıkıya bağlı kalarak ve sık sık temel ilkeleri tekrarlayarak bir halk özgür bir yönetimi ve özgürlüğün nimetlerini koruyabilir.

16. Dinimiz veya Yaradan’a borçlu olduğumuz görevimiz ve bunu yerine getirme tarzımız, şiddet ve baskıyla değil, ancak mantık ve inançla yönetilebilir; bu nedenle herkes vicdanının buyruklarına göre dinini özgürce yaşama hakkına sahiptir; Hıristiyan sabrını, sevgisini ve merhametini birbirine göstermek herkesin karşılıklı görevidir.

George Mason





4 Ekim 2013 Cuma

Yılbaşı Ağacı Süsleme Geleneği Türklerden mi Geliyor ?

Her yıl Hz. İsa 'nın doğumu, noel ismi ile bayram olarak kutlanır. Bu doğum jülyen takvimine göre 25 aralığa denk gelir. Bu yüzden de noelin başlangıcı, bu tarihtir. Ancak Ermeni Kilisesi gibi bazı doğu Ortodoks kiliseleri 6 ocakta da kutlarlar. 

Noel zamanında bazı ritüeller yapılır. Bu dönemde korolar tarafından noel ilahileri söylenir, noel ağaçları ve evler süslenir, noel gecesi çocuklara hediye bıraktığı düşünülen noel baba kişiselleştirilir, tebrik kartları atılır ve yemekler yenilir. Bu yemekler değişkenlik göstermekle birlikte genelde hindi ve sosistir, tatlı olarak da kekik üzerine brengi dökülerek oluşturulan noel pudingi yapılır.

Ancak yapılan bu ritüellerden biri var ki hristiyan kültü ile tamamen alakasız olup eski Türklerdeki pagan anlayışından gelmektedir. Bu anlayış günümüzde hristiyan adeti olarak görülüp, yapılmasının sakıncalı ve günah olduğu düşünülen çam ağacı süsleme kültüdür. 

Bu çam ağacı süsleme geleneğinin kökeni ağaç ve güneş kutsallaştırmalarından gelir. Eski Türklerde yerin göbeğinden göğe kadar yükseldiği düşünülen bir hayat ağacı vardı. Bunun üzerinde ise gök tanrısı Ülgen 'in olduğu düşünülüyordu. Bir başka kutsal kutsal ise güneşti. Güneşe tapılmıyordu fakat önemi büyüktü. Bu yüzden günlerin  tekrar uzamaya başladığı, güneşin savaş içinde olduğu geceyi yendiği ve tekrar kendini gösterdiği 22 aralık günü bayram kabul edilirdi. Bu bayramda, o dönemlerde Türklerin yaşadığı bölgeye özgü bir ağaç olan akçam alınır eve konulur ve süslemek sureti ile donatılırdı. Tanrının o yıl verdiği güzel yaşama şükür amaçlı, ağacın altına çeşitli hediyeler konulurdu. Gelecek yıl için niyaz ettikleri şeyler için ise adak mahiyettinde, çeşitli kurdeleler ve paçavralar bağlanırdı. Bu bayram sırasında büyük kutlamalar yapılırdı. Bu kutlamalar sırasında aile büyükleri ziyaret edilir, özel yemekler yapılır, yeni ve temiz giysiler giyilirdi.

Bu ağaç süsleme geleneğinin hristiyanlık ile bir ilgisi yoktur, tamamen pagan Türk kültü ile ilgilidir. İznik 'te 325 yılında yapılan konsülde bu adeti paganlıktan arındırmak için karar almışlardır. İsa 'yı güneş olarak kabul ettikleri için, güneş doğumu anlayışı ile İsa 'nın doğumu anlayışını benzeştirerek, bu geleneği hristiyan geleneğine dönüştürmüşlerdir.

Bu gelenek ilk defa 16 yy. sonlarında ilk defa Almanlarda kullanılmıştır. Daha sonra Almanlardan Fransızlara geçerek hristiyan dünyasına yayılmıştır.


5 Eylül 2013 Perşembe

Geçmişten Günümüze Öğrenci Olaylarının Tarihçesi

Son dönemlerde sizde pek hala farkındasınızdır ki, gündemdeki birçok olayın yörüngesini belirleyen grup genelde öğrenciler oluyor. Konu ile ilgili gazete, televizyon ve sosyal medya bir çok yayın yapılıyor, bir çokta çözüm önerisi gündeme getiriyor. Bu çözüm önerilerinin başarılı olabilmesi için kesinlikle geçmişin iyi analiz edilmesi gerektiğini düşünüyorum. İşte bu analizin yapılabilmesi ve gündemdeki olayları daha iyi anlaşılabilmesi adına, size Tanzimat Dönemi 'nden günümüze, yaşanan öğrenci olaylarından tarihçesinden bahsetmek istiyorum. Bu bahsi değerlendirirken iki döneme ayırarak anlatacağım.


Tanzimat Döneminden Cumhuriyet Dönemine Kadar Olan Dönem 


Türkiye 'de meydana gelen ilk öğrenci hareketinin, 1876 yılında gerçekleşen ''Talebe-i Ulum Hareketi'' olduğunu görüyoruz. Bu olayın sebebi ise Sultan Abdülaziz döneminde devletin ekonomik yapısının kötüye gitmesi ve 1875 yılında Sırbistan, Romanya, Karadağ, Ege adaları ve Mısır 'da yaşanan isyan hareketleridir. Bu isyan hareketi sonrası Avrupalı devletlerin müdahalesi gerçekleşmiştir. Bu müdahaleden rahatsız olan Fatih Medresesi öğrencileri 9 Mayıs 1876 'da gösteri yapmaya başlar. Bu gösteriler ardından 30 Mayıs 1876 ' da darbe olur ve Sultan Abdülaziz tahttan indirilerek yerine V. Murat padişah ilan edilir.

II. Meşrutiyet 'in ilanından sonraki dönemde ülke yönetiminde söz sahibi olan, İttihat ve Terakki yönetimine karşı hoşnutsuzluklar oluşmuştur. Gazeteci  Fehmi Bey 'in İttihatçılar tarafından öldürülmesi sonrası, askeri birliklerin ve medrese öğrencilerinin katılımı ile birlikte bir ayaklama başlamıştır. Bu olay tarihe 31 Mart Vakası olarak geçer. Bu olay sonunda II. Abdülhamit 'in yerine V. Mehmet geçmiştir.


Yine 15 Mayıs 1919 ' da İzmir 'in Yunanistan Krallığı tarafından işgal edilmesi, öğretim üyeleri ve öğrenciler tarafından büyük bir tepki ile karşılanmıştır. 19 mayısta  İstanbul Fatih 'de  ve 23 mayısta Sultanahmet Meydanı 'ında iki büyük miting gerçekleşmiştir. Öğrenciler bu mitingde ulusal bilinci ayağa kaldırıp, örgütlenerek savaşa katılmışlardır.

Cumhuriyetin İlanından Günümüze Kadar Olan Dönem


Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra ''Darülfünun Öğrenci Birliği' kurulmuştur. Bu birlik çeşitli olayları protesto etmek için miting yapmıştır. 1924 'de İstanbul tramvay şirketini protesto için, 1928 'de yerli malını teşvik için, 1934 'te Sofya 'da ki Türk mezarlarını tahrip eden Bulgarları protesto için mitingler düzenlemişlerdir. 1937 'de ise çeşitli kampanyalar yürütülüp yurdun farklı yerlerinde Hatay için mitingler yapılmıştır. 1938 yılında ise Taksim 'de toplanarak, Atatürk 'ün eseri olan Türkiye Cumhuriyeti 'ni yaşatmak için and içmişlerdir.

1944 yılında İstanbul Üniversitesi içinde '' İlerici Gençler Birliği '' kurulmuştur. Bu birliğe üye 50 kişilik grup gizli siyasal çalışmalarından dolayı tutuklanmış ve öğrenciler arasındaki siyasal bloklaşma ilk defa bu dönemde ortaya çıkmıştır.

1949 yılında Londra olimpiyat filminde Türk güreşçilerin yer almaması, Türkiye - Yunanistan maçları sırasında sporcuların tahribata uğraması ve İstanbul Belediyesi 'nin pasoları kaldırması, öğrencilerin tepkisini çekmiş ve gösterilerine neden olmuştur.

1950 yılında ise Kıbrıs olayları  protesto edilmiş, Mareşal Fevzi Çakmak ve Kore şehitleri için anma törenleri yapılmıştır.

Atatürk ile ilgili konularda öğrenciler her zaman hassas olmuşlardır. Bununla ilgili 1951 yılında Kırşehir' de Atatürk büstünün kırılışı ve 1959 yılında Büyükdoğu dergisinde Atatürk adına yapılan karalama çalışmaları için  amaçlı çeşitli protestolar yapılmıştır.

1960 yılında ise irticai faaliyetlere karşı yoğun bir tepki gösterilip protestolar yapılmıştır.


1970 'li yıllar Türk Silahlı Kuvvetleri 'nin hükümeti istifaya zorlayıp, darbe eylem planları yaptığı yıllara denk gelir. Bu dönemde ciddi sağ-sol çatışmaları görülür. Bu çatışmalar 1971 sonrası terör boyutu kazanmıştır. Öğrenci olaylarının en yoğun yaşandığı dönem bu dönemdir. Ayrıca bu kargaşa döneminde üniversitelerin özerkliği elinden alınmıştır. Bu kaos ortamı 1980 'lerin başına kadar devam etmiştir.

1980 'lerin başında üniversitelerin tekrar özerklik kazanması ile birlikte öğrenci olayları azalmıştır. 

2000' li yıllarda ise parasız eğitim için yapılan protestolar dikkati çeker. Yine çeşitli siyasal olayların bir çoğunda öğrencileri görebiliriz. Özellikle Ankara bu tür siyasal olayların merkezi durumundadır. 2011 yılında ise örgün öğretim harçlarının kaldırılıp, ikinci öğretim harçlarının devam etmesi kararı almıştır. Bu özellikle ikinci öğretim öğrencileri tarafından büyük tepkilerle karşılanmıştır. Yurdun çeşitli yerlerinde Taksim Meydan 'ı başta olmak üzere eylemler yapılmıştır.

2013 yılına gelindiği zaman ise şu an gündemimizi hala meşgul etmekte olan Gezi Parkı olayları içindeki, öğrenci hareketlerini görüyoruz. Fakat bu karmaşık ve uzun konuyu daha sonraki yazılarımda ayrıntılı bir şekilde değerlendireceğim için derine inmek istemiyorum.

Görüldüğü gibi Tanzimat 'tan günümüze kadar süre gelen dönemde, toplumu ilgilendiren birçok olayın savunucusu öğrenciler olmuştur. Buna rağmen ülkede oluşan tüm sosyal ve siyasal olaylarda en çok ezilen ve en az değer gören kurum olduğunu görüyoruz.


2 Eylül 2013 Pazartesi

Tüm Zamanların En İyi Film Müzikleri

Film izlemeyi seven birçok kişi iyi bilir ki, bir filmi mükemmelliğe ulaştıran ayrıntılardan biri de o filmin müzikleridir. Bir çok film, müziği ile efsaneleşmiştir. İnternette film müziklerini incelediğimde yapılan paylaşımlarda, lirikal ile enstrümantal müziğin birbirine karıştırılarak sıralandığını gördüm. Lirikal olanlar, bir sanatçının albümünde bulunan ve dizi içinde kullanılmış olan besteler iken, enstrümantal müzik, film için bestelenen müziktir. Farkı anlamak için lirikal olana şarkı, enstrümantal olana müzik diyerek benzeşim yapılabilir. İkisi arasındaki ayrımı yaparak, size en beğendiğim film müziklerinin, sıralamasız listesini paylaşacağım. Film isimlerinin üzerine tıklayarak müziklere ulaşabilirsiniz.

Lirikal;

Fight Club : Pixies - Where Is My Mind
Leon ; The Professional : Sting - Shape of My Heart
Rocky : Survivor - Eye of Tiger
Pulp Fiction : Dick Dale and His Del Tones - Miserlou
Kill Bill : Nancy Sinatra - Bang Bang 
Goal : 3 Doors Down - Here Without You
Slumdog Millionaire : The Pussycat Dolls
Desperado : Los Labos - Canción Del Mariachi
Skyfall : Adele - Skyfall
Titanic : Celine Dion - My Heart Will Go On

Enstrümantal;

İntouchables 
Requiem For a Dream
The Good, The Bad, and The Ugly
Braveheart 
Lord of The Rings
Gladiator
The Last of The Mohicans
Godfather 
Kill Bill
American Beauty