4 Eylül 2016 Pazar

The Man From Earth Örneği Üzerinden Kadim Dinlerin Semavi Dinlere Etkileri


The Man From Earth bilim-kurgu, drama tarzında çekilmiş, Amerikan menşeli 2007 yapımı filmdir. Yönetmenliğini Richard Schenkman yapmış, senaryosunu Jerome Bixby kaleme almıştır. Jerome Bixby'nin ölmeden önceki son senaryosu olması da dikkat çekicidir. 38 yıllık bir çalışmanın ürünü olan bu senaryoyu Bixby, söylenenlere göre ölüm döşeğindeyken tamamlamıştır. Benzeri birçok bilim-kurgu filmine kıyasla da 200.000$ gibi düşük bir bütçe ile çekilmiş olması da bir diğer anekdottur.

Filmin konusuna gelecek olursak; John Oldman (David Lee Smith) üniversitede tarih profesörüdür. Ortada görünen hiç bir sebep yokken John üniversiteden ayrılıp taşınma kararı almıştır. Bu kararına şaşıran akademisyen arkadaşları veda etmek ve bu vakitsiz ayrılığın sebebini öğrenmek için, John'un evinde toplanırlar. İlk başta bu ayrılışın sebebi üzerine konuşmak istemez ancak daha sonra arkadaşlarının baskısına dayanamaz ve sırrını anlatır. İddiasına göre; 14.000 yaşında olan John, bir mağara adamıdır. 35 yaşına kadar yaşlanmış ve yaşlanması durmuştur. Sonraki dönemlerde ilk olarak 2000 yıl kadar Sümer’de yaşamış, Babil'de Hammurabi Krallığı'na tanıklık etmiştir. Daha sonra doğuya gider ve burada Buddha ile tanışır. Buddha'nın öğretilerini öğrendikten sonra, Kudüs'e gider. Filmin en çarpıcı noktası da zaten tam olarak bu bölümdür. Kudüs'te Buddha'dan öğrendiklerini insanlara anlatmanın ötesinde bir şey yapmazken, burada insanların kendisini peygamberleştirdiğini (ilahlaştırdığını) böylelikle Hz. İsa figürünün ortaya çıktığını iddia eder. Daha sonraki dönemlerde ise sırasıyla; Christoph Colomb ile Amerika Keşif seyahatine katıldığını, Van Gogh ile tanıştığını söyler. Hatta bu tanışıklığı, Van Gogh’ ait taklit olduğu düşünülen ancak gerçek olan bir tablo ile belgeler.

Ona veda etmek için gelen; antropolog, biyolog, arkeolog, dil bilimci, psikolog, din bilimci ve bir de öğrenciden oluşan arkadaş grubu John'un hikâyesinden etkilenmiş olmasına rağmen, inanmak istemezler ve aralarında tartışırlar. Ancak hikâyeyi arkeolog ve antropolog olan arkadaşları kritik ettiklerinde, tutarlı bir hikâyesi olduğunu görürler. John'un anlattıkları kronolojik sürece uygundur. 14.000 yıl yaşaması biyolog olan arkadaşına göre, bilimsel olarak da imkânsız değildir. Fakat John’un hikâyesinin tutarlı olmasında, birden fazla alanda doktorasının olmasının katkısı olduğunu, dolayısı ile kurgu olduğunu düşünmeye devam ederler.  John’un anlattıkları antropolojik, biyolojik, kronolojik hatta psikolojik olarak değerlendirilir. Ancak dinler tarihi açısından tutarlılığı üzerine açıklayıcı bir tartışmaya girmezler. Ben de yazımda John'un anlattıklarını, dinler tarihi perspektifinden ele alacağım.

Kadim dinleri incelediğimizde, semavi dinlerdekine benzer ritüellerin ve normların var olduğunu görüyoruz. Bunun en temel örneğini, John Oldman'ın yaklaşık 2000 yıl kadar yaşadığı Sümer dini inançlarında da görmek mümkün. Bunların bazılarını örneklendireyim. Sümerlerde kral, tanrının vekili sayılıyordu. Bu Hıristiyanlıktaki papalık, Müslümanlıktaki halifelik uygulaması ile benzerlik gösterir. Özellikle Ortaçağ’da dini liderlik ile siyasi liderlik, bu iki din açısından iç içe geçmiştir. Ayrıca birçok İslam ve Hıristiyan medeniyetinde yönetici kişi, iktidarının meşruluğunu tanrıya dayandırır ve kendine, tanrının yeryüzündeki temsilcisi sıfatını atfeder.

Sümer’de tanrı Enlil insanlara kızarak Ur şehrinin yıkılmasına karar verir. Gelen istilacı kavimler tarafından Ur şehri yıkılır. Gelen bu istilacı ordular tanrının bir helakı şeklinde görülmüştür. Yine Enlil,  Akad şehri üzerine Gutileri göndererek Sümer halkını kırdırmıştır. Benzer bir olayı Kur’an-ı Kerim’de de görüyoruz. Ad, Semud, Lut, Medyen gibi kavimler tanrıya karşı yaptıkları hatalı davranışlardan ötürü helak edilerek cezalandırılmışlardır.

Sümer kanunları, Babil kralı Hammurabi'nin kanunlarına temel oluşturmuştur. Hammurabi kanunları incelendiğinde görülür ki; İbranilerin Talmud'u ile ciddi yakınlık gösterir. Aynı şeyler Yahudilerdeki 10 Emir için de söylenebilir. Sümer tabletlerine bakıldığında, Sümer halkı için üstün kavim benzetmeleri vardır. Yine bu benzetme Tevrat'ta İsrailoğulları içinde yapılmıştır. Son olarak Babil' de tüm tanrıların kendilerine has özellikleri vardır. tanrı Marduk ise bu özelliklerin 50 tanesini kendinde toplamıştır. Bu özelliklerin tanrı Marduk'ta toplanması tek tanrılı inanca bir geçiş aşamasıdır. İslam’da da Allah'ın 99 özelliğinden dolayı, 99 ismi vardır. Bu örnekleri çoğaltabilmek mümkün.

Buddha konusuna bakacak olursak; Buddha evrensel bir düşünce insanıdır. Buddha erdemli davranışı insanlara öğütlemiş ve etik olana yönlendirmiştir. Buddha’nın öğretilerinde hayattaki acıların kaynağını açıklamak ve ıstırabı sonlandırmak amaçlı manevi bir arayış vardır. Bu düşünceleri kitleleri etkilemiştir. Ancak Buddha, hiçbir zaman kendini tanrı olarak atfetmemiştir. Ölümünden yıllar sonra insanlar Buddha'yı tanrılaştırıp ona tapmaya başlamışlardır. Buddha'nın öğretilerinin, Hıristiyan öğretilerine benzemesinden daha doğal hiçbir şey yoktur. Çünkü her iki düşünce (inanç,) sisteminde de güzel ahlak, hoşgörü, tevazu övülürken çirkin işler ve fenalık yasaklanır. Manevi bir arayış her iki düşünce sisteminde vardır. Dünyanın acılarından sıyrılıp ruhu arındırmak söz konusudur. Bu ortak bakış açısını farklı şekilde ifade etmelerine rağmen, anlatmaya çalıştıkları benzerdir.

Sonuç olarak; hakikat tektir. Bu yüzden farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda, farklı dinlerde benzer ritüellerin ve normların görülmesi, ortak paydanın olması nihai sonuçtur. Kadim dini anlayışlar ile günümüzdeki dini anlayış (semavi dinler) arasındaki farklılığın sebebi, insanların tanrı'yı algılayışındaki kısıtlılıktır. Tek olan tanrıyı ve özelliklerini yek bir şekilde tasavvur edemeyip parçalara bölerek inanmışlardır. Bu inanış kültür özelliklerindeki farklılıklarla da harmanlanıp, yorumlanınca farklı inançların olması kaçınılmaz olmuştur.

John'un Babil'de öğrendikleri ve Buddha' dan öğrendiklerinin, Hıristiyan kültü ile benzerlik göstermesi tutarlılığının işaretidir. Ancak John'un (ya da sembolize ettiği kişi ya da kişilerin) Buddha öğretileri ile Hıristiyan kültünü oluşturması ve yayması söz konusu değildir. Çünkü bu söylenenleri kanıtlayan nitelikte bir belge yoktur.  Bu kısım filmin senaryosunu yazan Jerome Bixby 'nin bilim kurgusal bakış açısıdır. Filmin bütününde söylenmek istenenler sembolik ve örtük olarak dile getirilmiştir. Bu bakış açısı da sembolik bir kurgu niteliğindedir. Ancak bütün olarak baktığımızda filmde anlatılanların birçoğunun, bilimsel niteliği vardır. Bu niteliği kazanmasında filmdeki karakterlerin statüsünün akademisyen olması dolayısıyla, akademik bir biçimde konunun ele alınması da etkilidir.

The Man From Earth klişe bilim-kurgu filmlerine takılı kalmayarak, türünün seçkin örnekleri arasında yer almış, gücünü kurgusundan alan bir düşünce filmidir. Üstelik tüm bunları düşük bir bütçe, tek bir mekân ve birkaç oyuncu ile başarmıştır. Verdiği mesajlar ve kurgusundaki orijinallik bakımından her sinemaseverin izlemesi ve üzerine düşünmesi gereken bir yapıttır.



28 Temmuz 2016 Perşembe

Spinoza Üzerine: Varlıkta Birlik

Hollandalı bir filozof olan Baruch Spinoza, 1632-1677 yılları arasında yaşamıştır. Spinoza Amsterdam'da ki Yahudi topluluğundandı. Babası Amsterdam'da ki Sinegog'un ve Yahudi okulunun müdürüydü. Ailesi onun bir haham olarak yetişmesini istiyordu bu doğrultuda da çeşitli eğitimler alması sağlamışlardı. Ancak Spinoza, saptırıcı şeyler öğretiyor diye lanetlenip Yahudi cemaatinden kovulmuştur. Çünkü; Eski ve Yeni Ahit'in kritik edilmesi gerektiğini, Yahudilik ve Hıristiyanlığı dogmatik görüşlerin ve boş törenlerin ayakta tuttuğunu söylüyordu. O, Eski ve Yeni Ahit'in Tanrı'nın esininden kaynaklandığı fikrine karşı şüphe ile yaklaşıyordu ve bu kutsal kitaplar  orta çağın şartları göz önüne alınarak okunursa, çeşitli bölümlerindeki çelişkilerin fark edilebileceğini  savunuyordu. Bu düşüncelerinden dolayı Spinoza bulunduğu cemaatten dışlandığı gibi ailesi tarafından da yalnız bırakılıyor ve mirastan mahrum bırakılmak ile tehdit ediliyordu. İşin paradoksal yanı düşünce özgürlüğü ve dinsel hoşgörüyü Spinoza kadar kuvvetli şekilde  savunan çok az insanın olmasıdır.
''Var olan her şeyin içinde bir Tanrı vardır ve Tanrı olmaksızın ne hiç bir şey ne var olabilir ne de kavranabilir.''
Spinoza var olan her şeyin doğa olduğunu söylemekle kalmaz Tanrı ile doğayı bir görür. Yani var olan her şeyde ona göre Tanrı vardır. Yani bir panteist yani tümtanrıcıydı. Spinoza'ya göre Tanrı dünyayı bir kez yaratıp sonra da yarattığı şeyin yanıbaşında duran bir form değildi. Tanrı dünyanın kendisiydi. Bu düşüncelerini en önemli eserlerinden biri olan ''Geometrik Yöntemlerle Temellendirilmiş Etik'' kitabında değerlendirir. Etik sözcüğünü, yaşam sanatı ve ahlaklılık diye anlayabiliriz. Geometrik yöntem ise sunuş biçimi ile ilgidir. Descartes'da matematiksel yöntemi felsefede uygulamaya çalışmıştır. Bununla kastı kesin çıkarsamalarla kurulmuş bir felsefi düşünce sistemiydi. Spinoza'da aynı rasyonelist gelenekten gelen bir düşünürdür bu yüzden geometri ile kesin çıkarsamalarını desteklemiştir. Ancak Descartes ile Spinoza bir konuda kesin olarak ayrılır. Descartes gerçekliğin birbirinden ayrı iki tözden, düşünceden ve uzamdan oluştuğunu söyler ancak Spinoza var olan her şeyi tek bir şeye indirger. Bu tek bir şeyden Tanrı ya da doğa diye söz etmiştir.

Spinoza'ya göre biz insanlar Tanrı'nın özelliklerinden sadece iki tanesini tanıyoruz. Spinoza'nın ''Tanrı'nın Yüklemleri'' adını verdiği bu özellikler Descartes'in uzam dediği şeylerle benzerlik arz ediyor. Tanrı (ya da doğa) düşünce olarak ya da uzamdaki bir şey olarak ortaya çıkıyor. Tanrı'nın düşünce ve uzam dışında sonsuz miktarda özelliği olabilir ancak, insanlar sadece bu iki yüklemi bilebiliyor.

Spinoza' ya göre çevremizde gerçekleşen tüm fiziksel şeyler aslında Tanrı'yı ya da doğayı dile getiriyor. Bu tüm düşünceler içinde geçerlidir. Çünkü her şey tek bir şeyden geliyor. Ve her şey sonsuz ölçüde daha büyük bir şeyin ifade biçimidir. Bu sebepten ötürü; Tanrı olan bitenin tüm her şeyin içsel nedenidir ve doğadaki her şey zorunlu olarak gerçekleşir. Örnek olarak; bir elma ağacının armut verme yetisine sahip olmaması verilebilir. İnsanlarda da durum böyledir, çevresel sebepler insanın karar ve seçme yetisini farklılaştırsa dahi, içimizde verili olanlar ve dış koşullar tarafından yönlendirileceğiz.

Sadece tek bir varlık kendi kendinin nedenidir Spinoza'ya göre ve sadece bu varlık özgürlükle hareket eder. O varlık Tanrı ya da doğadır. İnsan özgürce bir eylemde bulunmak ister ama bu mümkün değildir. Çünkü bedenimiz uzam yükleminin kipidir. 



25 Haziran 2016 Cumartesi

Yapılmış En İyi Türk Filmi: Susuz Yaz

Yapım Hikayesi

Susuz Yaz Necati Cumalı'nın 1962'de yazdığı hikayenin ismidir. Bu hikaye yine aynı ad ile 1963 yılında Metin Erksan tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Filmin başrollerini Erol Taş, Hülya Koçyiğit ve Ulvi Doğan paylaşmıştır. Susuz Yaz film çekilirken henüz 16 yaşında olan Hülya Koçyiğit'in ilk ve filmin yapımcılığını da üstlenen Ulvi Doğan'ın ilk ve son filmidir. Ayrıca Erol Taş'ın da figüranlık dışında başrol oyunculuğu yaptığı ilk film olması özelliğini de taşır.

1963 yılında yapımı tamamlanan film Türkiye' de sansür engeline takıldığından yayımlanamaz ve rafa kaldırılır. Daha sonra filmin başrol oyuncularından ve yapımcılarından olan Ulvi Doğan, filmi arabasının bagajında Avrupa'ya kaçırır. Filmin afişinde yönetmen kısmında adı yazan Metin Erksan yerine, bir başkasının ismini yazarak Berlin Film Festivali'nde filmi yarışmaya sokar. Ulvi Doğan ve Metin Erksan arasındaki sürtüşmenin temelleri de burada atılır. Susuz Yaz Berlin'de büyük ödül olan Altın Ayı ödülünü alır. Söylenenlere göre jüri, daha film bitmeden ödülü vereceğini kesinleştirmiştir bile. Ödül sonrası  ise Avrupa'da sükse yapan filme devlet tarafından itibarı geri verilir.

Filmin restore edilmiş versiyonu 2008 yılında 61. Cannes Film Festivali'nde klasik filmler bölümünde gösterime girdi. Ayrıca Susuz Yaz aldığı 22.582 oyla, yapılmış en iyi Türk filmi seçilmiştir.

Konusu ve Eleştirisi

Osman ve Hasan iki kardeştir. Osman'ın eşi yeni ölmüş, Hasan ise sevdiği kız olan Bahar'ı kaçırarak yeni evlenmiştir. Sıcak yaz günlerinin etkisiyle oluşan kuraklık sonrası, Osman tarlalarından çıkan suyu diğer köylüler ile paylaşmak istemez. Hasan bu duruma pek razı olmamasına karşın ağabeyi Osman'ın sözünü çiğnemek istemez ve kabul etmek zorunda kalır. Köylüler bu duruma karşı sert tepkiler verir. Bu sert tepkiler ilk olarak kendini şiddet olarak daha sonra da mahkemeye şikayet etme şeklinde gösterir. Bu sırada Osman kardeşi Hasan'ın eşi Bahar'a karşı cinsel duygular besliyordur, böylece hikaye şekillenir. Su sebebiyle çıkan bir kavga sonrası Osman ve Hasan su kaynağı etrafında nöbet tutmaya başlar. Nöbet sırasında su kaynağının yönünü değiştirmek isteye köylüler gizlice gelirler. Bu sırada suyu korumaya çalışan Osman ve Hasan ateş eder ve köylülerden birini vururlar. Osman Hasan'ın genç olduğunu bu yüzden az ceza yiyeceğini, eğer Hasan içeri girerse, mallarına ve Bahar'a sahip çıkacağını söyleyerek kandırır ve suçu üstlenmesini sağlar.. Hasan'ın suçu üstlenerek hapse girmesi ile beraber Osman verdiği sözlerde durmadığı gibi Bahar'ı da taciz etmeye başlar. Bir gazete haberinde Hasan'ın niteliklerine benzeyen birinin öldüğü haberini alır ve gerçek dışı olan bu habere başta Bahar olmak üzere, herkesi inandırır. Hasan'ın ölümüne Bahar'ı inandırması ile birlikte Bahar'ı baştan çıkarması gecikmez. Af sonucu hapisten çıkan Hasan, başta Osman'ı öldürmeyi planlamasa da duydukları karşında kendine hakim olamaz ve Osman'ı öldürerek suyu tekrar köylülerinde kullanımına açar.

Susuz Yaz, iktidar kavramını mülkiyet ve cinsellik üzerinden işler, su ve kadın üzerinden kavramları üzerinden metaforlaştırır. Osman kendi arazisi içinden çıkan suyu da kendi mülkiyetine almak istemiştir. Metin Erksan'a göre bu olay gerçek hayatta da yaşanan mülkiyet sorununa ışık tutmuştur. Film 1964 yılında yayımlanır. 1969 yılında hükumet tarafından ''Kimin mülkünden kaynak çıkıyorsa o kamunundur, ancak ilk kullanım hakkı mülkiyet sahibinindir'' dendi. Erksan'a göre bu kanunda onun ve Susuz Yaz'ın etkisi büyüktür.


Bu mülkiyet düşkünlüğü Osman'a Hasan'ı öldürme hırsı sağlamıştır. Filmde bu açgözlü bakış açısına eleştiri de getirilir. Filme Altın Ayı ödülüne veren jüri buna sebep olarak ''dünyanın en kadim konularından birini iktidar mücadelesini, Habil-Kabil hikayesini çok çarpıcı ve modern bir şekilde ifade etmesi'' olarak göstermiştir.

Diğer bir mücadele Osman'ın libidosu yüzünden, Bahar'ın mülkiyeti üzerinden gerçekleşir. Hasan'ın hapse girmesini fırsat bilerek Bahar'ı önce taciz etmeye başlar. Öncesinde
 köpek sahnesi ve tavuğun kesilmesi sırasında Bahar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmıştır. Bahar'ı baştan çıkardıktan sonra ayaklarını yıkatması ve kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını söylemesi onun iktidarının ilanı olmuştur.

Filmin son sahnesinde Hasan hapisten çıkar ve Osman'ın karşısına dikilir. Osman, kendini kurtarmak ve yerini korumak için Bahar'ı da vurmaktan çekinmez, ancak Hasan karşısında mağlup olarak iktidarda ki yerini kaybetmiş olur. Böylece mülkiyetine aldığı suyu ve kadını da kaybetmiş olur.

Kaynak: Godfather Dergi



22 Haziran 2016 Çarşamba

Osmanlı'da İlk Şehzade Katli: Savcı Bey İsyanı


Osmanlı'da ilk şehzade katli; Savcı Bey'in Bizans veliahtlarından Andronikos ile anlaşarak, babası I. Murat'ın saltanatına karşı isyan etmesi sonucu tezahür etmiştir.

Bizans İmparatoru V. Yuannis Rum ve Latin kiliselerini birleştirilmesine dair görüşmek için Papa ile buluşmak üzere Avrupa'ya gider. Yerine büyük oğlu Andronikos'u vekil olarak bırakır. Daha sonra 1373'de ikinci oğlu Manuel'i imparator sıfatı ile ortak etmiştir. Böylece Avrupa'ya Papa ile görüşmeye giderken yerine tahtı bıraktığı oğlu Andronikos'un hakkını çiğnemiş olur. Bunun sebebi ise, seyahat sırasında V. Yuannis'in Venedikliler tarafından alıkonması sırasında Andronikos'un babasını kurtarmak için gereken parayı göndermemesidir.

Andronikos babasının Sultan I. Murad ile beraber bazı asi beyleri bastırmak amacıyla Anadolu' da bulunduğu ve kendisinin de tahta vekillik ettiği zamanı fırsat bilerek saltanatı elde etmek ister. Bu doğrultuda o sırada Edirne'de bulunan Savcı Bey ile görüşüp anlaşarak babalarına isyan etme hususunda mutabakata varırlar. 

Bu durumdan haberdar olan I. Murad hemen harekete geçer ve bu iki asi ile İstanbul yakınlarında çarpışır. Çarpışma sonucunda kuvvetleri dağılan Savcı ve Andronikos Dimetoka' ya kaçarlar. Ancak burada yakalanırlar. (1385) Murad, Savcı'nın önce gözlerine mil çektirir daha sonra da öldürür. Andronikos'u da gözlerine mil çekilmek sureti ile babası Yuannis'e teslim eder.

Bu olay Osmanlı'da ilk şehzade katli olarak kayıta geçer. İlk olması hasebiyle daha sonraki dönemlerde gerçekleşen isyanlara ve isyan neticesinde uygulanan kanunlara da ışık tutar.





21 Haziran 2016 Salı

Polonezköy Örneği Üzerinden Türk-Polak İlişkileri


Polonezköy 1830 Ayaklanması sırasında hükümet başkanı, daha sonra da Polanyalı sürgünlerin siyasi lideri olan prens Adam Czartorski tarafından 1842 yılında kuruldu.

Olayın arka planını anlamak için 1830 olaylarını da bilmek gerekir. 1830 yılı Fransa'da Temmuz devriminin gerçekleştirildiği yıldır. 18. Louıs'in ölümünden sonra başa X. Charles geçiyor. (1824) Başa geçen Charles başbakanlık koltuğuna Polinac'ı getiriyor. Kendisinin seçilmesine karşı protesto gösterisi içinde bulunan meclisi 25 Temmuz'da fesh eder ve Fransa'da ki seçmen sayısını 100' den 25'e düşürür.Bunun karar üzerine 28 Temmuz'da Polinac'ın kararlarına karşı öğrenciler ve işçiler, belediye binasını ele geçirir ,vee 30 Temmuz'da X. Charles'in yerine Louis Felipe'i getirerek Temmuz ihtilalini gerçekleştirmiş olurlar.

Bu yıllarda Polonya Rus İmparatorluğu'na bağlıdır. Rus İmparatoru I. Nikolay Fransa'da çıkan bu isyanı Polonya ordusu ile bastıracağını söyler. Bunun üzerine 1830'un Kasım ayında Piotr Wysocki yönetiminde Polonyalı piyade okulu öğrencileri ile birlikte gizli bir dernek kurar ve Varşova'da ayaklanırlar. Ayaklanma sonrasında I. Nikolay Polonya tahtının düştüğünü ve Adam Czartozki başkanlığında ulusal bir hükümet kurulduğunu ilan ediyor. Daha sonra Rus baskılarına karşı koyamayan ve liderlerine olan inançlarını yitiren Poloklar tekrar Ruslara bağlanmak zorunda kalırlar.

1830 ayaklanması sonrasında devlet başkanı olan daha sonrada sürgünlerin siyasi lideri haline gelen Adam Czartroyski önderliğinde siyasi bir göç hareketi başlıyor. Bu göç hareketinin merkezi Paris'tir. İkinci bir siyasi merkezini de Osmanlı topraklarında kurmak istiyorlar. Adam temsilci sıfatıyla 1833 yılında Namık Paşa ile görüşüyor. Abdülaziz döneminde (1839) imzalanan Tanzimat Fermanı ile Polonyalı göçmenler için de göç için uygun alt-yapı olmuştur. Paris'te kurulan siyasi göçmen birliğine bağlı olarak İstanbul'da bir doğu ajansı açılmış ve başına Michal Cazjkowski getiriliyor. Saint Benoit Fransız Lisesi' ni yöneten Lazaryen rahipleri ile görüşerek sahip oldukları toprakların kiralanması durumunu gündeme getiriyor. 1842 yılında Prens Adam süresiz olarak toprakları kiralıyor. Köye dini törenle Adampol yani Adam'ın köyü deniliyor. 1842 yılı kayıtlarına göre köyün nüfusu 12'dir. Daha sonra 1848 Polonya Ayaklanması 1853 Kırım Savaşı'na katılan askerin katılması, Sibirya sürgününden kaçanlar ve Çerkes esaretinden kaçanlar Adampol köyüne yerleşiyor ve nüfus artıyor. 1850 yılında Adam İslamiyeti kabul ediyor ve Mehmet Sadık Paşa ismini alıyor. Köyün başlarda gelir kaynağı tarım, hayvancılık ve ormancılıktır. 1838'de buradaki Polonyalılar T.C. vatandaşı kabul ediliyorlar. 1968'de de işledikleri toprakların tapu hakkını kazanıyorlar. 

Polonezköy ulaşım imkanlarıyla, coğrafi konumuyla ve güzel manzarasıyla tatil köyüne dönüşüyor. Köye pansiyon ve lokanta da açılıyor.

Polonezköy'e gelen ünlüler arasında Gustave Flaubert ve 1937 yılında ilk cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk de bulunuyor. 1961 yılında Jan 23 adıyla Papa, 1961 yılında Polonya dışişleri bakanı Adam Rapacki de geliyor. Ayrıca dünyaca ünlü soprano Leyla Gencer'de burada doğmuştur.

Günümüzde Polonezköy'de yaklaşık olarak 1000 kişi yaşamaktadır. Bunların sadece 40 tanesi düzgün Lehçe konuşabilmektedir. Her yıl burada Polonezköy festivali de yapılır. Bu festivalde Polonzköy'ün Polonya ile olan bağlantısı belli edilir.